Eyvah! Ülkem düze
çıkıyor….
(SUNUŞ)
Türk toplumu, en azından Osman Bey’den bu yana, düş kurmaktan hep kaçınmış. Düşleri toplumun liderliğini yapanlar kurmuş. Osman Bey’in düşü, herhalde günümüz Bursa ili olan bölgede adil, herkesin yaşamından hoşnut olduğu bir yönetim kurmak olmalı (bana öğretilen böyle). II. Mehmet’in düşü daha iddialı. Bir imparatorluğu fethetmek, o topraklarının orta nok-tasında duran yabancı egemenliği sona erdirmek istiyor. Bunun için, gerekirse gemileri kara-dan dere tepe dümdüz bir denizden öbürüne götürmeyi düşleyebiliyor. O çağda II. Mehmet’-ten başka kimin aklına gelirdi gemileri karadan taşımak?
Toplum sürekli, liderinin düşleri peşinde koşmakta. Bu, kurtuluş savaşında da böyle olmuş. Mustafa Kemal’in düşünde daha Misak-ı Milli çalışmaları yapılırken, laik demokratik düzen, kadınlara seçme ve seçilme hakkı, kıyafet kanunu, latin alfabesi olduğuna inanıyorum. Eski düzeni aynen ya da az bir farkla yeniden kurmak için kurtuluş savaşına girişmesi anlamsız geliyor. Tüm Anadolu tek vücut, Mustafa Kemal’in düşlerinin peşine düşmüş. Bugünkü Türkiye’yi ona borçluyuz. Bu düşlerin ne kadar uzun erimli, ne kadar doğru ve tutarlı olduğunu da Cumhuriyet’in 75. Yılında 10. Yıl Marşı ile coşarken, ya da “Ey Türk gençliği” diye başla-yan demecini tekrar tekrar okuyup her seferinde oradan kendimize yeni bir görev çıkartırken görmekteyiz.
Cumhuriyetin getirdiği bir kısım ilerleme, toplumda peşinde koşulacak düşlerin kimin düşleri olacağı konusunda farklılık yaratmış. Çok partili demokrasi devrinde düşlerin çeşitlendiğini, her siyasi partinin kendi lideri eliyle düşler kurarak bunları meydanlarda halka anlattığını görü-yoruz. Demokrasi, bize, oy vererek, sunulan düşlerden birini seçme özgürlüğü vermiş. Bu dönemde kiminin düşü “Her köşe başında bir milyoner yaratmak”tı, kiminin “Türkiye’yi küçük Amerika yapmak” kiminin de “Köy-kent kurmak”. Silahlı Kuvvetler’imizin de düşleri vardı. Ülkenin yönü bu düşlerden sapmaya başladığında üç kere yönümüzde düzeltme yapmayı da göz ardı etmedi. Dahası yakın zamanda yalpalamayı gidermek için “balans ayarı” yapmayı bile üstlendi.
Son onbeş yirmi senedir düşler açısından tehlikeli bir döneme girmiş bulunuyoruz. Toplum, artık kendine sunulan düşlerin hiçbirini beğenmiyor. Borsacı deyimiyle, “Bu düşlerin hiçbirini satın almıyor”. Tanrı korusun, bir seçim yapılsa, siyasi partilerimizin neredeyse hiçbiri barajı geçemeyecek! Kamuoyu yoklamaları böyle gösteriyor. Toplum, artık ülkeyi yöneteceklerin düşleri arasında kendi düşlerinin yansımasını da görmek istiyor. Ortak, üzerinde uzlaşılmış, toplumun büyük kesiminin benimsediği düşler gerek bize. İşin tehlikesi şurada ki, eğer böyle bir düşü barışçı çerçeve içerisinde yaratamazsak, o zaman savaş çıkartacağız. Bir savaş çıkınca, çoğunluğun hedefi aynı noktaya odaklandığı için düşbirliğine ulaşmak kolay oluyor. Ortam olgunlaştığında bir savaş çıkartmak için bir kitapçığı bir diğerine fırlatmanın bile yeterli olabileceğini düşünün. Korkum, hızla bu yöne sürüklendiğimiz üzerine.
Barışçı çerçeve içerisinde ortak düşlerde birleşmek üzere günümüzde bir altın fırsat ele geçir-miş bulunuyoruz: AB ortaklığı. AB’in bize "dayattığını” sandığımız bir kısım “şart” işte bu ortak düşler demeti. AB içerisinde yer alabilmek için, AB’nin düşleri ile bizim düşlerimizin örtüşmesi, en azından çelişmemesi gerekiyor. Bu dönüşümü yaratmak için uygulanacak programa ise “Ulusal Program” denmekte. AB’ne uyum çalışmalarına baktıkça, farklılıklarımız açık açık ortaya çıkıyor. Kanımca yakın gelecekteki düş sorunlarımızın temelini, bu uyumu körü körüne mi göstereceğimiz, yoksa farklılıkların yarattığı olanakları iyi kullanarak işlevsel bir uyum mu göstereceğimiz oluşturacak.
Körü körüne uyum, Kayseri’li fıkrasındaki boyalı eşekte olduğu gibi bir süre sonra renk atması şeklinde patlak verecektir. Toplumun da bunun yaratacağı düş kırıklığına tahammülü olabile-ceğini sanmıyorum.
Düş kurmasını bilenler, bu alanda düş geliştirmeliler. Düş kurmasını bilmeyen, bugüne kadar başkalarının düşleri ile idare etmiş olanlar ise hızla düş kurmayı öğrenmeliler. Alpay’ın şarkı sözleri 30 yıl öncesinden gelerek kulaklarımda yankılanıyor: “Fabrikada tütün sarar / Sanki kendi içer gibi / Sararken de hayal kurar / Bütün insanlar gibi / Bir evi olsun ister / Bir de içmeyen kocası / ...”
Günü kurtarmaktan artan zamanlarınızı düş kurarak geçiriniz, ve düşlerinizi yakın çevreniz-den başlayarak başkalarıyla paylaşmayı öğreniniz. Eğer AB ile bir uyum göstermek istiyorsak, düşlerimizi paylaşmayı bilmek ön koşul.
Güncel bir sorunumuz var: düşlerimiz kısa erimli. Birinde bir şey görmeden onu kendimize de edinmek için düş kurmuyoruz. Kısaca düşlerimizde “batı taklitçiliği” baskın. Burada “Alaman-ya”ya giden ve batının yüksek yaşam düzeyini doğrudan toplumun görece daha az gelişmiş bireylerine taşıyan gurbetçilerimizin rolü olduğunu sanıyorum. Sonuçta halk deyişinde olduğu gibi (Ayranı yok içmeye, tahtravanla gitmeyi düşler …) dayanaksız, gerekçesiz özenti düşler ortaya çıkmış. Düş düzeyimizin, bu kesimde hâlâ aynı konumunu koruduğundan korkmak-tayım. Alpay’ın dizelerindeki düşler ise yalın olmakla birlikte özgün. Bize uzun erimli, özgün düş kurmayı öğrenmek gerekli.
Bilgi
Veri (data) / Bilgi (information) / Bilinen (knowledge) / bilgelik (wisdom).
Bu dizinin acaba neresindeyiz? İletişim olanaklarının çok kısıtlı olduğu 1980’lere kadar, kanımca veri aşamasının bile çok başlarındaydık. Toplum olarak yalnızca çok yakın çevre-mizde olup bitenleri bilirdik. Öyle Japonya’da deprem olmuş, merkez üssü şuradaymış, Richter ölçeğine göre bu kadar şiddetteymiş, hiç sözü edilmezdi. Çocukluğumda, çok eski değil yalnızca 40 yıl önce, televizyon yoktu. FM radyolar da. Ülkede iki radyo vardı. Bunlardan uzun dalga Ankara Radyosu, sabah, öğle ve akşam yayınları yapardı. Öğle yayını bitince, saat 14:00’ten başlayarak Anadolu Ajansı’nın gazeteler için yazdırma servisi başlardı. Bu kuşakta spiker Anadolu Ajansı’nın haberlerini tane tane ve tekrarlayarak okur, yurdun her yerindeki yerel gazetelerin bunları yazabilmesini sağlardı. Faks daha icat edilmemiş olduğun-dan, tek yazılı metin aktarma yöntemi Kurtuluş Savaşında olduğu gibi telgraftı. Veri toplama kanalları da çok hızlı ve etkin olmadığı için ülkede olup bitenler de çoğu yerde resmi kanal-lardan duyurulunca, o da haftalar sonra öğrenilirdi. 1960’ların başında ülkeyi Padişah’ın idare ettiğini sanan vatandaşlarımız olduğunu hatırlıyorum.
Artan iletişim olanakları ile önce veri girişimiz kat kat arttı, ardından bilgi almaya başladık ve en önemlisi başkalarının düşleriyle tanıştık. 1970’lerin başında haftada üç gün yayın yapan Ankara televizyonunda, sonradan, 1974’te TRT’nin Ankara ve İstanbul’da yayın yapan tele-vizyonunda “Startrek” (Uzay yolu)nu izlemeye koyulduk. O zamanlar Cumartesi’leri çalışılırdı. İş 13:00’te biterdi. Startrek ise 17:15’te başlardı. Ankara’da çalışıp, hafta sonları İstanbul’daki nişanlıma koştuğum için, Ankara (Kavaklıdere) – İstanbul (Erenköy) arasını tam 4 saat 15 dakikada sürerdim. Hemen televizyonun karşısında yerimizi alır, önce Uzay yolu’nu izlerdik. Kaptan Körk’ün elindeki sigara tabakası gibi nesneyi açarak uzay gemisi ile görüntülü bağ-lantı kurması düşü’nün gerçek olması için 30 yıl yetti de arttı bile. Işınlamanın da çok uzakta olmadığını biliyoruz. Sanırım bu yazıyı okuyanların bir çoğu bunu görecek. Mahmut Tali Öngören’in bu diziyi ve benzerlerini seçer ve yayın programına koyarken toplumu bu yolla uzun erimli düşlerle tanıştırmayı hedeflediği bir gerçek. “Öngören” soyadının da bir rastlantı olmadığını düşünüyorum.
Veriden bilgi çıkartabilmek bir yetenek istiyor. Bu yeteneği toplumun büyük çoğunluğunun edinmiş olduğunu söylemek güç. Veriyi veri olarak depoladığınız zaman size bir katma değer bırakmıyor. Veriden bilgi çıkartmak kuşkusuz kolay değil. Bunun ilk aşaması veriyi derlemek. Derlenmiş veriler arasında bağlantı kurmak ise ikinci adım. Kurulan bağlantı sağlıklı değil ise, elde ettiğiniz bilgi çarpık ya da yanlış olacaktır. Bu nedenle bu beceriye öncelik veren bir eğitim reformu gerekmekte.
Verileri ilişkilendirmekte kullanılan yöntemlerin ne kadar değişik olabileceğine bir örnek olsun diye, size “Papa suikastındaki Bulgar parmağı” hikayesini anlatacağım: Papa’ya suikast yapıl-dığında, soruşturmayı yapanlar, Roma’daki tüm yabancı misyonların telefon trafiğine bakıyor-lar. Hepsi olağan yoğunluğunda sürerken, bir tek Bulgar Büyükelçiliğinin Bulgaristan ile olan trafiğinin suikast öncesi ve günü çok arttığını sonradan normal düzeyine döndüğünü görüyor-lar. Buradan bir bağlantı kuruyorlar.
“İki ile ikiyi toplayıp dört bulma yetkinliği” olarak adlandırılabilecek veriden bilgi çıkartmak (üretmek) becerisi için eğitim sistemimiz yeterli değil. Eğitim sistemimiz tam tersine, bireyleri, “sorunlarının çözümlerini kendilerine verilenler arasından bulmaya” yönlendiriyor. Bunun en önde gelen unsuru da sınavlarda uygulanan test sistemi. Eğer bilgi çağında bir varlık göster-mek istiyor isek, vakit geçirmeden bu beceriyi kazanmaya eğilelim.
Ardından bilgiden “bilinen”e ulaşmak geliyor. Bu alanda o kadar geri kalmışız ki İngilizce knowledge kelimesinin Türkçe’de ayrı bir karşılığı yok. O da bilgi, informationda bilgi. Nasıl privatization, liberalisation ve deregulation kelimelerinin ortak karşılıkları özelleştirme ise, ve bu farkın farkında olmadığımız için bu üç kavramın gereğini yıllardır doğru bir şekilde yerine getiremediysek, information ve knowledgeda da böyle.
Veri, internette istemediğimiz kadar. Bilgi ise, kısıtlı. Genelde, internette olsun diğer iletişim ortamlarında olsun bilgiye bir bedel ödeyerek ulaşıyorsunuz. En azından kitap alırken ödediğiniz bedel gibi. Derlenmiş, bağlantıları kurulmuş veri kümelerini bilgi adı altında aldığınızda bilgiye sahip olmaktasınız. Ama bunu kullanıp bir katma değer üretmedikçe size bir katkısı yok. Aynı, kütüphanenin rafında duran Meydan Larousse gibi. Örnek:
Bir malzeme listesi bir veri demetidir: (Bir buçuk kilo pırasa, yarım kilo havuç, bir avuç pirinç, yarım bardak zeytinyağı, …). Buna bir de tarif eklediniz mi (Pırasalar 3-4 cm uzunluğunda doğranır, tencereye yerleştirilir, havuçların üzeri bıçağın tersi ile kazınır, küçük küçük doğra-nır, …) bilgiye ulaşmış oluyorsunuz. Bu yemeği artık yapabilirsiniz. Ne zaman ki, veri demeti-ne ve bilgi içeriğine bakmadan kendi başınıza yapar duruma gelirsiniz, bu yemek sizin için bilinen olmuştur. Artık bilinen dağarcığınız ile bir katma değer üretmektesiniz, ve manav dükkanında duran sebzeleri bir yemek olarak birilerine sunmaktasınız.
Ardından bir de bilinenden “bilgelik”e geçiş bulunmakta. “Türkiye’de bilge kişi var mıdır?” sorusunun yanıtını inanın bilemiyorum. Belki buna “Adayları var.” gözü ile baksak en yakın durum belirlemesini yapmış oluruz. Bilgelik, (wisdom) bizde, genelde efsane kahramanlarına yakıştırılan bir özellik. Ama bilgi çağında bunlardan bol miktarda olması gerek.
Bilgi çağında, bu çağa ayak uydurabilen her ülkede, ederi yüksek bilgiyi elinde tutan; bilinen dağarcığı yüklü olan; ve her şeyden öte, bilgelikleri nedeniyle yeni bilinenler yaratabilen bir sınıf doğacak. Bu sınıf ellerinde tuttukları bu özellik nedeniyle iktidara tâlip olacaklar. Bu çağda, egemenliğin artık, silah gücü ile sağlanamayacağı görülecek.
Ekonomi
Türk insanının, kısa erimli düşlerle olsun, özentiyle olsun yaşam düzeyinde bir iyileştirme isteği bulunmakta. Bu çok sağlıklı. Elindekiyle yetinerek gelişme istemeyen bir toplum, dinamiğini kaybetmiş olacağı için bir şeyler başarması çok zor. Türk toplumu ise, uzun erimli düşler nedeniyle olmasa da, yenilikler peşinde koştuğu için bir atılım yapmaya, bir yeniliği kabul etmeye, yaşam tarzını değiştirmeye daha yatkın.
Türk insanının daha iyi yaşam koşulları istemesinin sonucu olarak ithalat faturamız yüksek. İhracat konusunda ise ithalattaki kadar iyi değiliz. İhracatımız, ithalatımızın ancak yarısı kadar. Arada büyük bir açık bulunmakta. Açığı kapatmanın üç yolu var: Birisi, ithalatı kısmak. Bunun kısılması, ki son krizden sonra sonuç bu olacak, toplumun dinamiğini azaltacaktır. İkincisi ihracatı artırmak. Bunu nasıl sağlayacağımızı bilsek zaten düze çıkacağız. Üçüncüsü açığı dışarıdan aldığımız boç ile kapatmak. Biz yıllardır bunu yeğlemişiz; “Borç yiğidin kamçı-sıdır” diyerek. Şimdi, Devlet Bakanı Derviş’in sağladığı yüklü borç olanağı ile gene durumu idare etme noktasını yakalıyoruz.
Fıkra bu ya, Hitler Yahudilerin ticarette nasıl olup da o kadar ileri gittiklerini anlayamıyormuş. Raporlar istemiş, hazırlamışlar. Bunlarla yetinmemiş. Sonunda yardımcılarından biri, “Führerim” demiş. “Sorunuzun yanıtını birlikte bir deney ile bulabiliriz. Bunun için kimliklerimizi gizleyerek çarşıya çıkalım”. Öyle de yapmışlar. Bir Alman’ın züccaciye dükkanına girmişler. Rafa bardak yerleştirmekte olan tezgahtara yaklaşmışlar ve “Solaklar için bira bardağı arıyo-ruz” demişler. Tezgahtar, kestirmeden “Bizde yok” diye yanıtlamış. Arkasını dönmüş ve işine koyulmuş. Bunun üzerine dükkandan çıkmışlar, biraz ötedeki yaşlı bir Alman’ın dükkanına yönelmişler. Soru ve yanıt gene aynı, ama yaşlı Alman biraz daha yol gösterici: “İki sokak ötedeki Yahudi’nin züccaciye dükkanına bakın” demiş, “Orada olabilir”. Yahudi’nin dükkanına gitmişler, isteklerini söylemişler. Yahudi’nin gözleri parlamış: “Efendim” demiş. “Biliyorsunuz ekonomik durum çok iyi değil, o nedenle böyle özel istekleri karşılamak çok kolay olmuyor. Ama bende solaklar için bira bardağı vardı, yanlız sanırım üzeri desenlisi kalmadı. Kaç tane istiyordunuz?”. “Altı tane” yanıtını alınca hemen bodrumuna inmiş, satılmamış kalmış üzeri desensiz altı tane bira bardağı bulmuş, üstündeki tozları silip, kulpu sola gelecek şekilde müşterilerin önüne koymuş. “Takdir edersiniz ki” demiş, “Bunlar normal bira bardaklarına göre daha pahalı oluyorlar. Hitler ve yardımcısı birbirlerine bakmışlar, sonra altı bardağı normalin iki katı ücret ödeyerek satın almışlar. Dükkandan çıkınca yardımcısı Hitler’e dönmüş: “Führerim” demiş, “Anladınız mı Yahudiler neden daha başarılı oluyorlar ticarette?”. Hitler yanıtlamış: “Evet, anladım.” demiş, “Daha fazla çeşit bulunduruyorlar”!
Başbakanımızın bir “enflasyon lobisi”nden söz edip suçu ikide birde oraya göndermesi, bana bir zamanlar Almanya’da işlerin kötü gitmesine Yahudilerin neden olduğunu sananları hatır-latıyor. O sözü edilen enflasyon lobisi aslında sizsiniz, benim, bizleriz. Enflasyon eğer toplu-mun daha iyi yaşama isteğinden kaynaklanıyorsa, bunu yaşam düzeyini düşürerek değil, yüksek tutmanın yollarını arayarak dengelemek gerekir. Devletin iç borçlanmada para almak için başvurduğu, nasılsa bir miktar para sahibi olmuş insanlara enflasyon lobisi deniyorsa, ve onların bu parayı üretime aktarmamaları bir rahatsızlık yaratıyorsa, bu parayı onlardan borç almamanın yolları bulunmalı ve bu paranın üretime yönlenmesini özendirici düzenlemeler yapılmalıdır. Bu işlerin adresi, sanırım, enflasyon lobisinden yakınanlardan başka bir yer değildir. Ama ne yazık ki günümüzdeki görünüm, sanki, “Daha fazla çeşit bulunduruyorlar”! anlayışına çok benzemektedir.
Toplumun, yaşam düzeyini yükseltme arzusu, son bir kaç yılda, özellikle enflasyonu kur çıpası ile kontrol altına alma denemesinin yarattığı özendirici koşullar nedeniyle epeyi yol aldı. Kur çıpası yabancı malların fiyatını yerliler karşısında ucuzlatınca, daha geniş bir kesimin alım gücü bunlara ulaşmaya yeter oldu. Yaşanan geçici balayı döneminde yaşam düzeyimiz şişmanladı.
Hiçbir zaman, yabancının parasını kazanmak gibi bir hedefimiz olmadı ekonomimizde. Bunu en iyi, ülkemize getirdiğimiz turistin cüzdanına el koyup, dönüşte boş olarak geri verip gene de memnun ayrılmalarını sağlayarak yapıyoruz. Ya da yurt dışında inşaat ihaleleri alan kuru-luşlarımız bunu başarıyor. Ulusça böyle bir hedefimiz olsaydı, toplumun daha iyi yaşam düze-yi için yurt dışından getirttiği malların karşılığını ürettiğimiz domateslerle ödemek zorunda kalmazdık. Yurt dışında kazandığımız paralardan öderdik. Bu durumda da dış ticaret açığı günümüz boyutlarına ulaşmazdı. Ama ne yazık ki, yabancının parasını kazanmak alışkan-lığını elde edemedik. Bunun kuşkusuz en iyi yollarından biri, stratejik ortaklık. İki ülkenin kuruluşları bir araya geliyorlar, uzmanlık alanlarına göre üçüncü bir ülkedeki işi paylaşıyorlar. Örneğin biri gerekli techizatı sağlıyor, diğeri onu götürüp kuruyor, çalıştırıp teslim ediyor ya da işletiyor, kazancı paylaşıyorlar. Biz, stratejik ortaklığı yalnızca Telekom’umuzu satmaya kalktığımızda hatırladık. Eh ne de olsa günümüz AB’nin babası olan Ortak Pazar’a “Onlar ortak, biz pazar” gözü ile bakmış bir kuşağ(ın çocuklarıy)ız.
Uzun erimli düş kurma yeteneğine sahip yakın dönem üst düzey yöneticilerimizden biri olan Turgut Özal, iki önemli eylemi ile ülkenin geleceğine katkıda bulundu: Telekom’a yatırım yap-mak ve AB’ne katılmak. Aslında her ikisi de bir ortak düş’ün parçaları: Türkiye’yi bir bilgi toplu-mu ülkesi yapmak. Özal’ın asıl hedefi bu mu idi bilemiyoruz ama bu iki eylemin bize hazırla-mış olduğu ortam bilgi toplumu olmak için önemli önkoşullardan. AB’ne katılma sürecini, gene Özal’ın bir sözü ile özetlemek olası: “Uzun ince bir yol”. Bu uzun ince yolun, ne yazık ki çoğu bir tünelin içinde ve işin kötüsü yokuş yukarı. Arada sırada birileri “Tünelin ucunda ışık görün-düğü”nden söz ediyorlar. Ama şimdiye kadar, her seferinde, görünen ışığın aslında karşı yön-den hızla gelen bir trenin ışığı olduğunu yaşadık. Tren ile karşılaştığımızda bir miktar kaybı-mız oldu. Gene de yolumuza devam ettik.
Son birkaç yılda yaşam düzeyimizin iyileşmesinden, şişmanlamasından dolayı, tünelde iler-lemeye başladığımızdan bu yana hiç başımıza gelmeyen bir olayla karşılaştık: tünelin dar bir bölgesinde sıkıştık. Ne ileri ne geri hareket etmek olanaksız hale geldi. Hiçbir yönetici de buna bir çare bulamadı. Başbakanın dört-beş ay öncesi doğru bir saptama ile “Yerli malı kullanmaya özen gösterilmesi” dileği hatırlardadır. Ama bu girişim, etkin önlemler alınarak sürdürülemedi ve Aralık 2000 krizinin verdiği uyarıyı değerlendiremeyince bir de buna hep göz ardı edilen “görev zararları” eklenince Şubat 2001 sonu krizine ulaştık. Bu kriz aslında sıkışıklığın çözümünü de birlikte getirdi: Döviz kuru olması gereken yere hatta daha kötü bir orana sıçrayınca, herkesin varlığının yarısı yok oldu. Zayıfladık. Böylece sıkıştığımız yerden kurtulduk. Ancak, şaşkınlıktan olsa gerek, yeniden ilerlemeye de başlayamadık.
Kriz sonrasında döviz kuru nerede durulur rakam olarak kestirmek güç, ama nerede durula-cağı çok açık: ülkeye giren para ile çıkan paranın dengeleyeceği düzeyde. Borsanın yeniden yükselişe geçmesi, kriz öncesinde yurt dışına kaçan, aslında milliyet olarak yerli olduğu fakat konuşlandığı yer nedeniyle yabancı olduğu söylenen paranın yeniden ülkeye döneceğini gösteriyor. Buna sağlanan borç da eklenince ciddi bir rahatlık elde edilecektir. Bu rahatlık içerisinde, altı ay öncesine göre yabancı para karşısında ucuzlamış olan işgücünü de kulla-narak, üreten (reel) sektör bir atılım yapabilir. Bize borç para verenler, bu parayı iyi kullanma-mızı söylerken bunu dile getiriyor olmalılar.
Daha önce aldığımız borçlarla, kısa erimli düşleri gerçekleştirmek uğruna, katma değer yarat-ması kısıtlı olan yatırımlara gitmiştik. Osmanlı’nın son dönemlerinde alınan borç para ile yapı-lanlar arasında Dolmabahçe Sarayı da bulunmakta. O zaman Osmanlı, belki de borç alıp şatafat için harcamakla suçlanmıştı. Ama şimdi biz, Dolmabahçe’yi turistlere gezdirip bundan para kazanmaktayız. Fena yatırım değilmiş hani. Peki aynı şeyi yollarımızda boy gösteren ithal otolar için de söyleyebilir misiniz? Otuz sene sonra, bugünkü yatırımın çivisi bile kalma-yacak gibi geliyor bana. Umarım bugünden başlayarak elimizdeki parayı yatıracağımız alanı daha iyi düşünerek seçeriz.
Yeni Ekonomi
Yeni ekonomi, bizim önde gelen iş çevrelerinin başta sandığı gibi öteden beri yaptıkları işi internet aracılığı ile yapmak değil. Yeni ekonomi, yepyeni bir yapıya dayanıyor. Moda deyimle anlatmak gerekse, sermaye out, bilgi in. Yeni ekonomide günümüz menkul kıymetler borsa-sının yerini fikri mülkiyet borsası almaya aday. Çünkü artık sermaye= para birikimi değil, sermaye= bilgi birikimi. Buna bağlı olarak kimin bilinen dağarcığı yüklü ise, O, gözde oluyor. Kim bilge ise, sahip olduğu bilgelik (wisdom) nedeniyle bilinen dağarcığına o güne kadar başka kimsede olmayan bilinenleri ekleyebiliyorsa, O, en üstte.
Bütün yaşamlarını para kazanmaya adamış ve parasal sermaye sahibi olmuş olanlar telaşa kapılıp yeni ekonominin kurallarına karşı çıkmasın; eğer yerli bilgeler sınıfı oluşturabilirsek onlar için çok iyi. Yok oluşturamazsak, o zaman yabancı bilgeler sınıfının peşinde koşacak, onların lütfettikleri işleri yapabilmek için pervane olacaklar. Bunun ilk işareti ülkeler arası bilgi uçurumu (digital divide). Bilgi uçurumunun kötü tarafında yer almakta olduğunu sezen bir ülke, çok kısa sürede, artık karşı tarafa geçmesinin olanaksız duruma geldiğini görecek, ve yabancı ülkelerin bilgeler sınıfının güdümünde, elde edebildiği ile yetinecek.
Kuşkusuz, günümüzde sermaye sahibi olanların yapabilecekleri en iyi şeylerden birisi kendi bilgeler sınıflarını kendilerinin yaratması. İki büyük sanayi devimizin kendi adlarına birer üni-versite kurmuş olmaları ve bu üniversitelerde geleneksel öğrenim yöntemlerinden farklı yön-temler kullanıyor olmaları sizde bir çağrışım, bilgi çağına geçiş için bir ümit uyandırmıyor mu?
Yeni ekonomiyi anlamak için seferberlik ilan edilmesini öneriyorum. Yeni ekonomiyi anlayan-ları da buna ayak uydurabilmek için yapılması gerekenleri saptamaya ve bunları ulusça benimseyerek uygulamaya koymak için harekete geçmeye çağırıyorum.
Dış yardım
Son yaşadığımız krizin orta yerinde, zayıfladığımız, ama yeniden harekete geçemediğimiz noktada, biz ne yaptık? Yurt dışından bir vatandaşımızı ülkeye çağırdık ve rotamızı onun saptamasını istedik. Neydi bu insanın bizden farkı? Ya da neden onun yapabileceğini sandığımız şeyleri bizim yapmamızı engelleyen?
Kuşkusuz, Sayın Derviş’in yurt dışında bulunduğu görevleri sırasında edindiği deneyim onun bilinen dağarcığını oldukça yüklü konuma getirmiş. Onun göreve getirilmesi gösteriyor ki, bizim siyaset ortamımızda bilinen dağarcığı bu kadar yüklü biri yokmuş. Gene yurt dışındaki görevleri sırasında toplum kesimleri arasında uçurum oluşmamasını gözetmek gibi bir yan var ki, uzun erimli düşünebilmeyi ve uzun erimli düşler kurabilmeyi gerektiriyor.
Yazının başından beri üzerinde durduğum iki temel unsur: uzun erimli düş kurmak ve bilinen dağarcığı zengin olmak. Eksik yanlarımız bu krizle nasıl da su yüzüne çıkıverdi? Neyse ki bu becerilere sahip birisini barındırmaktaymış toplumumuz. Uzun yıllar uzakta da olsa, dili bile eskimemiş, şivesi bozulmamış olan bir birey. Ya böyle biri olmasaydı veya “Teşekkür ederim, ben almayayım” deseydi, ne yapacaktık. Aynı Devlet Bakanlığı’nı bir yabancıya mı önerecektik? Devlet onurumuz izin vermeyeceği için bunu yapamayacaktık, bu nedenle de krizden sonra dizlerimizin üzerinde doğrulduğumuz şu günlere ulaşmamız bile şimdikine göre çok çok daha uzun zaman alacaktı.
Halkımızın sağduyusu çarpıcı. Sayın Derviş’I daha tanımıyorlar ama sezinlemişler farklılığını. Slogan atıyorlar “Başbakan Derviş” diye. “Bilgeler iktidara tâlip olacak” mı demiştik? Belki taşınacak diye düzeltmek gerek.
Düze çıkarken
Gelişmeler beklendiği gibi olur da yurt dışından gelen ek borç ve kur dengesinin olumlu etkisi nedeniyle üreten sektörümüz yeniden ve eskisinden fazla üretmeye başlarsa, tünelin içerisin-de düze çıkmamız olası. Hele bir de uyum göstermek için yapmamız gereken düzenlemeleri yaparsak, tünelin içinde koşar adım ilerlemeye başlayacağımızdan korkuyorum.
Korkuyorum, çünkü, çoğunluk tünellerin ağzında bir uçurum vardır ve karşı tarafa bir köprü ile geçilir. Bu tünelin çıktığı yer bilgi çağı eşiği. Oraya ulaştığımızda, bilgi uçurumunun öte yanına geçmek için kullanacağımız köprüyü kendimiz kurmak durumundayız. Ama nasıl? Korkum, bu köprüyü kuramayıp, bayırdan aşağı bilgi uçurumuna saçılmak. Ya da daha kötüsü, köprüyü iğreti kurup, ulusça üstüne çıktığımızda köprüyle birlikte çökmek.
Korkuyorum çünkü, köprüyü kurarken bugün Sayın Derviş’i bulduğumuz gibi şanslı olamaya-biliriz. Korkuyorum çünkü belki günümüz ekonomisini düzeltmek bilinen dağarcığı yüklü bir insan ile mümkün olabilir; ama o köprüyü çökmeyecek sağlamlıkta kurmak için yeterli sayıda bilinen dağarcığı yüklü insan bulmak mümkün olmayabilir.
Korkuyorum çünkü, başka kimse korkmuyor. Gelin hep beraber korkalım.
Tünelden çıktığımızda bizi karşı yakaya taşıyacak köprüyü kurmak için nasıl bir birikim gerekli ve bunu nasıl elde ederiz diye düşünmüş aklı eren kişilerin katkılarından yararlanarak derle-diğimiz bir belgeyi okumanızı salık veririm: TÜSİAD’ın AB’ne uyum Çalışmaları kapsamında Bilgi Toplumu ve Yeni Teknolojiler Komisyonu tarafından hazırlanan “Avrupa Birliği Adaylığı Sürecinde Türkiye’nin Bilgi Toplumuna Geçişi”
Ali AKURGAL,
Netaş,
Üniversite ve Resmi Kuruluşlarla
İlişkilerden Sorumlu ArGe Direktörü